Cenaze Evi, Şenlik Evi


Her çocuk gibi gerçek ve gerçeküstü dehşetlerim vardı.

Gerçek kaynaklılardan teki bir kediyle ilgili. Büyük anneanne dediğimiz anneannemin annesinin kedisi doğurduğunda, değil yedi - sekiz yaşlarında bir çocuğun, yüreği en kabuk bağlayanların bile cazibesine kapılacağı o tüylü minnoşların ‘ürkek’ oyun arkadaşlığını yapıyordum. Ürkektim çünkü fena evhamlıydım: Ya o tekir kedicik dişlerini parmağıma geçirirse! Ya o küçük sarman bacağımı tırmalarsa! Ama yine de, elimde bir yün yumağı, kendimi o minnoşlarla oynamaktan alamıyordum. Lakin sonunda kaçınılmaz gerçekleşti, o küçük patilerden birinin yeni çıkmış tırnakları derimi sıyırdı. Hafif bir kanlı çizgi de söz konusu. Eyvah!

- Anneanne, kedi elimi tırmaladı!
- Tamam, biraz kolonya sürelim.
- Ama anneanne, ya kedi kuduzsa? Kolonya ne işe yarayacak ki!
- Minnacık kedi nasıl kuduz olsun çocuğum.
- Ama aşısı yok!
- Bir şey olmaz, merak etme...

İşte itiraz kabul edilmeyen noktaya varmıştık bile. O zaman da karamsardım. Kötü senaryo gerçekleşecekti. Bana kalırsa kuduz olmuştum. Ağzımdan köpükler saça saça, korkunç bir şekilde ölecektim. ‘Herhalde,’ diyordum kendi kendime, ‘iki haftaya kalmadan belirtiler ortaya çıkar. Ondan sonra da beni kurtaracak kimse olmaz!’ O iki haftanın bana yaşattığı dehşeti, huzursuzluğu, stresi anlatabilmem mümkün değil. Fenaydım. Neyse ki ağzım köpürmeye başlamadı, hayatta kalabildim...

Gerçeküstü olanlardan teki ise uykuyla ilgiliydi. Yatağımda gayet nizami yatmaya çalışırdım, kolumu – bacağımı yatağın sınırlarının dışına çıkaramazdım. Çünkü bu bir hayat memat meselesiydi. Çünkü uyuduğumda o yaratık elinde kılıcıyla gelecek ve kolumun yatağın dışına taşmış kısmını uçuracaktı. Ve ben uyandığımda kolumun olmadığını görecektim...

Bir büyük dehşetim de gerçek kaynaklı mı yoksa gerçeküstü mü karar veremediklerimden. Küçücük çocuk aklıyla cinsiyet değiştirme kavramıyla, ekranlarda transeksüellerle tanıştığım zamanlar. Korkuyorum ama korkumun nedeni fena tuhaf: ‘Bir gün ben de evleneceğim. Peki ya evlendiğim kadın, daha doğrusu, kadın diye evlendiğim kişi aslında bir zamanlar erkek idiyse, ya ben bunu anlayamazsam!’ Muazzam bir dehşet yaşadığım. Küçüğüm ama belli ki homofobiğim.

Neyse büyüdüm ve heteroseksüeli, biseksüeli, homoseksüeli (en azından benim öyle olduğunu düşündüğüm), arkadaşlarım oldu da normalleştim, bir dehşetimin daha üzerini çizdim...

Lakin insanlık tarihinde homofobinin üzerinin çizilemediği dönemler oldu. Oluyor. Olacak da.

İşte ‘Cenaze Evi, Şenlik Evi’ Amerika’nın gayet homofobik zamanlarında, yine olabilecek en kötü ortam olarak küçük, dışarıya pek de açık olmayan bir Amerikan kasabasında örtülü bir şekilde eşcinselliğini yaşayan bir babayla ilgili. Küçükken ‘erkek fatma’, büyüyünce lezbiyen olan kızının gözlerinden anlatılıyor bu babanın portresi. Vurucu nokta olarak lezbiyen bir kızın homoseksüel babası gibi kolay kolay biraraya gelemeyecek iki olgu üzerinden yürüyor hikaye. Ne de olsa satış garantili uçuk bir tema, okurun bayılacağı türde, aşk - seks – ihanet hepsi bir arada . ‘Bak biz ne kadar da sıradışıyız ey okur’u ne kadar gözüne sokarsan o kadar iyi. Ve yazarın yaptığı da bundan ibaret...




‘Benim babam homoydu, o yüzden mutsuz bir çocukluğumuz oldu.’ ‘Benim babam homoydu, o yüzden ilişkilerimiz hep tepetaklak gitti.’ ‘Benim babam homoydu, o yüzden sevgiye hasret kaldım.’ Çocukluğa dair her mutsuzluğu getirip eşcinsel babaya dayamak işin kolay ama sansasyonel yolu. Lakin hane halkının üzerine çöken mutsuzluğun nedeni bu değil bana kalırsa..

Ortada sadece ve sadece belki beceremediğinden, belki de gerçekten yüreğinde hissedemediğinden sevgi göstermeyen bir baba var. Şaşırtıcı bir durum da değil ki bu, hetero olup da babalıktan ya da babaya göre daha yüceltilen anneliğinden vazgeçip çocuklarını ardında bırakıp bir başka sevgiliye gidenler çok mu az? Yok mu bunların hikayeleri gazetelerin üçüncü sayfalarında, söz edilmiyor mu bunlardan apartman dedikodularında? Belki bu adam da böylesi bir vücut kimyasındaydı ama terkedip gidecek cesareti sergileyemiyordu. Ayrıca eşcinsel bir insan çocuk sevgisinden mahrum mudur? Ne kadar şablon, ne kadar basmakalıp çıkarımlar bunlar. O yüzden mi kadını olsun erkeği olsun eşcinsel çiftler evlat edinebilmenin savaşını veriyorlar bazı coğrafyalarda, çocukları sevmedikleri için mi?



Peki ya annenin umursamaz, işkolik tavırları? Bunların hiç mi etkisi yok acaba inşa edilen tüm o mutsuzluğun üzerinde? Cinsel tercihleri hemcinslerine kaymış bir adam bir kadını seviyor, evleniyor. Toplum baskısı mı bu, yoksa saf bir aşkın sonrasında gelen bir birliktelik mi? Onlarca sayfa boyunca bunların yeterince irdelendiğini düşünmüyorum. Ya bu yanıtları alacak sorular sorulmuyor ya da sorulduysa bile cevaplar günah keçisi eşcinsel baba anlatısının çarpıcılığına destek olmadığı için burada yer almıyor.

Annemle neden evlendin baba?
Annemi gerçekten sevdin mi baba?


Çok kilit sorular bunlar bana kalırsa. Şu basit iki soruya verilen yanıtlar dahi bu evliliğin ve doğan çocukların bir kamuflaj mı yoksa sıradan - olağan olma arzusu mu, hesaplanmış bir hareket mi yoksa bir kadına duyulan plansız bir aşk mı olduğunu anlamamıza vesile olacak oysa ki. Keşke mutsuz anne – baba ilişkisine odaklansaymış, bunu deşseymiş, aşkın nerede tükendiğini sorgulasaymış, aşk gerçekten var mıydı yoksa kurgu muydu bunun üzerine gitseymiş Alison Bechdel, vazgeçseymiş bu ‘Vur vur, daha ölmedi!’ tavrından...

Halihazırda çetrefilli bu konunun düzgün bir silsile içerisinde işlenmediğini de düşünüyorum bir yandan. Anlatıda sürekli yapılan ileri – geri sarışlarda kendini tekrarlamalar biraz kabak tadı da vermiyor değil. Ama nedense kanıma en dokunanı, kitabın sonuna doğru yer verilmeye başlanan ve karşılıklı olarak sırların ifşasına bağlanan baba – kız ilişkisindeki yumuşama, yazardaki çoğunluğa benzeme ve normalleşme arzusunun iyice dışa vurumu ve sıralanan mutlu aile tablosuna yakın paneller oldu. Oysa kitabın önceki sayfalarındaki hakim duygu olan sevgi yoksunluğuyla koşut, bu noktaya kadar getirdiği babaya duygusal olarak nötr çizgiyi bozmadan, popülistleşmeden sonlandırsaydı sanıyorum daha muteber bir yere konumlandırırdım bu albümü...




Albümü beğenen insanların kritiklerini okudukça ister istemez bir ‘Çok fena bir kitapmış bu!’ şartlanması oluyor, sonrasında aynı frekansı yakalayamadığımda da bir hayal kırıklığı. Ama bu hayal kırıklığının nesnesi albüm değil ben oluyorum, ‘Neden bende böyle olmuyor, sorun bende mi?’ sorgulamasıyla birlikte. Belki kara günlerin etkisi, belki kötü ruh hali, belki aramın çok da hoş olmadığı bu çizgi tercihi, ‘Bırakamadım elimden, çok farklıydı..’ diyen dostlarımın aksine ‘Cenaze Evi, Şenlik Evi’nin okunması üç akşam sürdü. Bir türlü yaratamadı o müthiş ‘kendini kaptırma’ duygusunu. Buna rağmen sizler de okuyun derim, ama kötü, keyifsiz, karamsar zamanlarda değil, mümkünse aydınlık, güzel günlerde. Belki bir yandan dalgaları dinlerken bir sahilde kumların üzerinde...




Yorumlar

  1. hımm... sipariş vermiş bulundum pizagor... okumak için yaz mevsiminin gelmesini beklemeliyim demek ki:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu kitapla ilgili kalıp yaklaşımlar sergileniyor, herkes referans olarak ismi koca sitelerin ya da değerlendiricilerin listelerini gösteriyor. Oysa bana kalırsa oldukça taraflı anlatılan, eksik bırakılan bir hikaye bu. Kesinlikle kötü değil ama biraz kazıyınca, biraz neden diye yaklaştığında yanıtların çıkmadığı, tıkandığı bir anlatı. Benim tepkim buna biraz da; insanlar listelerin yönlendirmesinde benzer şeyler yazıyor. Hep bir güzelleme hali söz konusu olan. Oysa ki bu durum kişilerin hür ve çıplak kendi beğenilerine ket vuruyor. Aslında bunlar da bir nevi spoiler bence, 'hepimiz beğeniyoruz, harika birşey okuyorsun, sen de bayılmalısın, aksı bir durum varsa sıkıntı sende' algısı yaratılıyor. Genlerdeki topluluğa ters düşmeme dürtüsü de doğrudan devreye giriyor. Merak ediyorum, bu kitabı herhangi bir yoruma, herhangi bir yüceltici listelemeye maruz kalmadan okusalardı aynı mertebede beğeni sergileyecek miydi okurlar... Lütfen oku Hayal Kahvem, ama biraz da benim yazıda sorduğum sorulara ve yenilerine yanıtlar arayarak. Sonrasında yorumlarını almaktan keyif duyarım 😊

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mutantın Alpha’sı, Gamma’sı, Omega’sı...

Nils Holgersson ve Morton: Sapasağlam Bir Çocukluk Nostaljisi...

Clone...